Yaşamın, üretimin, enerjinin, Thales’e göre varlığın temelinde su var. Bu kadar önemli olan su ile ilgili uluslararası raporlara bakıldığında ise su sorununun gıda güvenliği, kalkınma gibi alanlarda yaratacağı sorunlara, etkileyeceği sektörlere vurgu yapılmaktadır. Her yıl 1,8 milyonun üzerinde insan yeterli temiz suya ulaşamadığı için hayatını kaybetmektedir. Buna karşın Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme kapsamında hazırlanan 15 nolu genel yoruma göre ise, herkes kişisel ve ev içi kullanımlarında yeterli, güvenli, kabul edilebilir, fiziksel ve ekonomik olarak erişilebilir su hakkına sahiptir.’ Herkes bu hakka sahipken 2 milyona yakın insan ölmekte ve hala tüm dünyada yanlış sulama, çevreye zararlı enerji ve madencilik projeleri, gereksiz bireysel su tüketimi devam etmektedir. 2019 yılının sonunda Wuhan’da ortaya çıkan virüs temelli Covid-19 hastalığı nedeniyle tüm dünyada 9 ayda 842.000 kişi hayatını kaybetti ve tüm dünyada karantinalar, trilyonlarca dolarlık önlem paketleri ve dünyayı saran bir tedirginlik söz konusu. Yaklaşık iki katı ölümün olduğu ve yıllardır bunun devam ettiği su sorunu için tedbir almamamızın sebebi nedir, bize dokunmayan yılan mı?
Su sorunu hakkında ilk önemli etkinlik 1992 tarihli Dublin Su ve Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı olabilir. Orada üretilen çözümler ise hakkaniyetli bir sorun çözümünden ziyade suyu tamamen ticarileştirip büyümeye etkisini arttırmak olarak değerlendirmek acımasız bir yorum olmayacaktır. Konferansta çıkan sonuçlar, suyun çıkartılması için kamu-özel ortaklıklarının proje finansmanı teşvikleri ile özendirilmesi, su piyasasının rekabetçiliğinin sağlanması ve maliyet sorunlarının tüketici korunarak çözümünün sağlanması olarak özetlenebilir. Ancak bu sonuçlar genel olarak dönemin ekonomik düzenleme mantığını yansıtmakta; tüketicinin korunması, rekabetin sağlanması, finansman teşviklerini içermekte fakat su sorununun çözümüne yönelik bu soruna özel herhangi bir çözüm önermemektedir.
2002 tarihli Senegal Nehri Su Şartı’nda ise sağlıklı suyun “temel bir insan hakkı” olduğu ifade edilerek ilk defa su ekonomik değil hak temelli bir bakışla ele alınmıştır. Devamında 2010’lu yıllarda ise BM insan hakları konseyi ve çeşitli BM organları suya erişimin temel bir hak olduğunu ve yeterli yaşam standartları içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini ve sürdürülebilir kalkınma hedefleri kapsamında süreç içerisinde sağlıklı suya erişim sorunun tamamen ortadan kaldırılmasını hedeflediklerini ifade etmişlerdir. Kalkınma hedefleri ve ekonomik tedbirlerle çokça anılan su hakkı, temel bölgesel insan hakları sözleşmelerinde bulunmamakta ancak yaşam hakkı, sağlık hakkı veya barınma hakkı gibi temel hakların içerik atıfları ile dolaylı olarak kabul edilmektedir.
Bu kapsamda İHAM, su hakkını İHAS madde 8. (özel hayatın ve aile hayatının korunması hakkı) Kapsamında değerlendirmektedir. Şöyle ki mahkeme, bu hakkın kişinin fiziksel ve psikolojik bütünlüğünü koruduğunu ve kişinin bütünlüğüne etki eden, kişinin rahat yaşamını / huzurunu engelleyen durumların bu hakkın ihlali olduğunu kabul etmektedir. Bu bakışla evinin çevresinde açılan kömür madeni nedeniyle temiz su kaynaklarının etkilendiğini iddia eden Dubetska hakkında verilen kararda, yine evinin yakınında mezarlık inşa edilen Dzemyuk hakkında verilen kararda, siyanürle altın çıkarma tekniğinin kullanıldığı madenler nedeniyle suları etkilenen Tatar hakkında verilen kararda, yine evinin yakınında evsel atık işleme tesisi olan ve bu tesisin faaliyetleri nedeniyle içme suları etkilenen Zander hakkında verilen kararda mahkeme hak ihlali sonucuna varmış ve bazı hususların üzerinde durmuştur. Mahkeme; sağlıklı ve içilebilir suyun özelliklerini, bu özelliklere sahip olmayan suyun kişilerin sağlığına zarar vermesi durumunu ve bu hususta illiyet bağını, su kirliliğinin kişilerin günlük hayatlarına ve aile hayatına etkisini, muhtemel tehlikeleri, devletin bu hususta aldığı ve alabileceği tedbirleri ve yaptığı risk değerlendirmelerini incelemekte ve bu tüm bu hususlar ışığında karar vermektedir.
Amerikalılar Arası İnsan Hakları Mahkemesi ise su hakkını yaşam hakkı kapsamında değerlendirmekte olup, özellikle yerli halklar için devletin günlük en az 7.5 litre içilebilir suyu temel yaşama dönük hizmet olarak sağlaması gerektiğini, bunun devletin pozitif yükümlülüğü olduğunu kabul etmektedir. Bu mahkeme dışında özellikle ifade edilmesi gereken mahkeme ise Latin Amerika Su Mahkemesi’dir. Bu mahkeme alternatif uyuşmazlık çözümleri kapsamında bir sivil toplum hareketi olarak doğmuş, alanın uzmanlarının verdiği kararlar devletler üzerinde kamuoyu baskısı oluşturmuş, halkları harekete geçirmiş ve yerel su sorunlarının uluslararası bilinirliği bu sayede sağlanmıştır.
Ülkemizde de durum pek iç açıcı değil, şu anda kişi başına düşen 1.519 m³’lük su miktarı ile Türkiye ‘su sıkıntısı çeken’ ülke olarak kabul edilmekte ve her geçen gün de su kullanımı çeşitlenerek artmaktadır. DSİ’ye göre tatlı su kaynaklarının yaklaşık %73’ü tarımda kullanılmaktadır. Bunun yanında işletme aşamasında olan 443 Hidroelektrik santralle birlikte, inşaat aşamasında olan 173 ve planlama aşamasında olan 982 olmak üzere, toplam 1.598 Hidroelektrik santral olması öngörülmekte ve çoğu için Bakanlar Kurulu kararı ile ÇED muafiyeti sağlanmakta, alınan ÇED raporlarında da çoğunlukla havza ölçeği dikkate alınmaksızın projenin bölgenin su kullanımına yönelik projeksiyon değerlerine etkisi yer almamaktadır. Bunun yanında plansız şehirleşme ve nüfus artışı, tatlı su kaynaklarının kirletilmesi ve israf edilmesi ile bu süreçlere yönelik denetimsizlik su kaynaklarına olan ihtiyacı artırmakta ve bu hususta düşünen insanları endişeye sevk etmektedir. Ayrıca iklim değişikliği, buharlaşma ve yağış yoluyla oluşan su döngüsüne ciddi etkilerde bulunduğundan bazı bölgelerde taşkın ve seller oluşurken, bazı bölgelerde de kuraklığa yol açmaktadır. Yukarıda alternatif uyuşmazlık çözümü olarak nitelediğim Latin Amerika Su Mahkemesi 2009 yılında İstanbul’da Munzur, Yusufeli ve Hasankeyf için toplanmış ve Türk hükümetine doğal kaynakların sürdürülebilir şekilde kullanılması, ÇED muafiyetlerinin kaldırılması, su politikalarını uluslararası yükümlülüklere uygun şekilde belirlenmesi hususlarında önerilerde bulunmuş, ancak ilgili yargılama ve öneriler Latin Amerika’da ki olumlu sonuçlarını maalesef doğuramamıştır.
WWF’in Türkiye Su Riskleri Raporunda, Türkiye İstatistik Kurumu’nun Türkiye nüfusunun 2030 yılında 100 milyona ulaşacağını öngördüğü, böyle giderse 2030’da kişi başına düşen su miktarının 1.120 m³/yıl olacağı ve Türkiye’nin su fakiri ülke olarak niteleneceği ifade edilmektedir. Bu beklenti karşısında ise gerekli önlemleri alacak politikalara, kanuni düzenlemelere ve idari işlemlere ihtiyaç vardır. Kötü gidişe dur demek için yapılması elzem olan tedbirlerden bazıları; suyun meta olarak görülmeyerek temel bir insan hakkı olarak nitelendiği ve hakkın mevcudiyet, kalite ve erişilebilirlik unsurlarını gözeten düzenlemelerin yapılması, mahkemelerin insanların kanuni yollara başvurabilmesi için sonuçlardan etkilenme/hukuki yarar kavramını geniş yorumlaması, hükumetlerin baraj fetişinden vazgeçerek sürdürülebilir ve düşünülmüş enerji politikaları ile hareket etmeleri ve kamuoyunun bu konuda bilinçlenmesine yönelik sivil politikalar geliştirilmesi olarak ifade edilebilir.