Küresel pandemi nedeniyle evde kaldığımız günler, sürekli büyüme temelli iktisadi bakışımızın dünyaya, canlılara ve sonucunda da insanlara verdiği zararı düşünmek için çok yerinde zamanlar. Ekoloji temelli iktisadi yaklaşımlarda küçülme taraftarları, haklı bir tavırla sınırlı kaynaklarla ekonomik büyümenin sürdürülebilir olmadığını, günümüz ekonomik sisteminin insana fayda olarak dönmeyen sanal bir büyümeyi organize ettiğini ifade etmekle doğrudan büyüme kavramını alt üst etmektedir. Daha yaygın ve uluslararası kurumlarca da sahiplenilen diğer bakış ise sürekli büyüme yerine sürdürülebilir büyüme kavramını temele alan ekonomik düşünce. Bu düşünce ise, ekonominin hedefinin büyüme olduğunu ancak bu büyümenin sürekli olması halinin bir yere kadar mümkün olabileceğini ve gelecek nesillerin bunun sonuçları ile yüzleşeceğini ancak sürdürülebilir önlemler alarak bunun önüne geçilebileceğini ifade etmektedir. Burada alt yapının yani ekonomi politikasının nereden kaynaklandığını, hangi görüş üzerine inşa edileceğini belirlemenin faydalı olacağını düşünüyorum.
Sürdürülebilir ekonomik büyüme kapsamında, çevre sorunlarını çözmek için dünyada bir çok girişimde bulunuldu ve bir çok sözleşme akdedildi. Ancak sonuç hala pek iç açıcı değil. Asgari sayıda tarafça imzalanmadığı için geçerli olmayan ve Afrika vahşi yaşamını korumayı amaçlayan 1900 tarihli Londra Konvansiyonu ile başlayan uluslararası çevre hukukuna dair sözleşmeler, daha sonra gerekli taraflarca imzalansa da uygulama ile ilgili hep sorunlarla karşılaştı.
Sonrasında 1972 tarihli Stockholm Bildirgesi, sağlıklı bir çevre hakkını tanıyan ilk uluslararası belge oldu. Bu sözleşme ile devletlerin kendi yargı yetkileri altındaki faaliyetlerin diğer devletlerin çevresine zarar vermemesini sağlama sorumluluğu tanındı ve etkin bir işbirliği öngörüldü. Bu işbirliğinin organizasyonu için ise Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) oluşturuldu.
1983’te ise BM, Brundtland Komisyonu olarak bilinen Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu’nu oluşturdu. Çevre ve kalkınma arasındaki zor ilişkiye odaklanan çalışma, Ortak Geleceğimiz ( 1987) raporuyla sonuçlandı. Bu raporda “gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılama yeteneklerinden ödün vermeden mevcut neslin ihtiyaçlarını karşılamak” olarak tanımlanan sürdürülebilir kalkınma kavramı ortaya atıldı.
1992’de Rio Konferansı sırasında ise, ulusal hükümetler tarafından imzalanmak üzere iki sözleşme sunuldu: Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi ve Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC). Rio’da, ekonomik büyüme peşinde koşan insan faaliyetlerinin büyük çevresel tehditlerden sorumlu olduğuna dair artan olaylar karşısında, temel kavram sürdürülebilir kalkınma olmaya devam etti. Rio’dan sonra, tüm büyük ekonomik anlaşmalar çevre korumayı da içermeye başladı. 1994 yılında Dünya Ticaret Örgütü’nü oluşturan ve sürdürülebilir kalkınma ve çevre koruma hedeflerini tanıyan ilk ekonomik antlaşma olan Marakeş Anlaşması imzalandı.
1995 tarihli İklim Değişikliği Sözleşmesi, imzacıları her yıl bir araya geldiler ve bu çerçevede 1997 yılında Kyoto Protokolü imzaya açıldı. Sera gazı emisyonlarının azaltılmasında başarılı olmamasına rağmen, gelişmiş ülkeler için yasal olarak bağlayıcı yükümlülükler getiren ilk uluslararası anlaşma oldu.
2000 yılında 189 ülke , yoksullara ve insan haklarına saygıya odaklanarak sürdürülebilir ekonomik büyüme ihtiyacını kabul ederek sürdürülebilir kalkınmanın önemini güçlendiren New York’taki Milenyum Deklarasyonu’nu kabul etti .
İklim değişikliğini ele alan Kyoto Protokolü, Paris Anlaşması’na (2016) yol açtı . Bu anlaşmada, imzacı ülkeler, gezegenin ortalama sıcaklığının değişmesini önlemek için mümkün olan her şeyi yapacaklarını taahhüt ettiler. İlk defa insan hakları ve iklim değişikliği arasındaki ilişki, bu sözleşmenin giriş bölümünde kabul edildi.
Ayrıca BM’nin dünya genelinde birçok şirket ve STK’yı imzacı olmaya davet ettiği Global Compact kapsamında şirketler ve STK’ların verdikleri taahhütlerle çevre problemlerinin çözülebileceğine dair inancı değerlendirmek faydalı olabilir. Etik kurallar her ne kadar şirket itibarını etkileyerek şirketlere ticari bir yaptırım olarak dönebilse de, günümüzde yaşadığımız sanal toplumda şirketler çevre koruma için harcayabilecekleri bütçeleri reklam için harcayarak daha çevreci bir görünüm elde edebilirler. Bu anlamda sağlıklı bir çevre hakkının insan varlığının temeli olduğunu ve çevresel bozulma ve iklim değişikliği ile mücadelenin temel bir insan hakkı olarak kabulü ile hukuki düzenlemelerin yapılması ve uygulanması gerekmektedir.
Bunun yanında çevre etiğinin merkezine değinmenin faydalı olacağını düşünüyorum. Hukuk ve insan hakları temelli bakışın aksine merkeze diğer canlıları ve doğayı alan etik bakışın çevrenin korunması konusunda daha adil ve bütüncül olduğunu ancak ekonomik anlayıştan kaynaklanan insan merkezci bir bakışın gerçekçi bir ikna yolu olabileceğini ifade etmek gerekir. İnsan merkezli sürdürülebilir kalkınma ve geleceğin korunması temelli hukuki metinlerin aksine çevre etiği meseleye ‘dünyanın geleceğinin korunması’ olarak bakmaktadır.
Sürdürülebilirlik kavramı ise temelle tüm canlı ekosistemlerini ‘ekolojik sermaye stoğu’ olarak görmekte ve bunları verimli değerlendirmenin yollarını aramaktadır. Ancak artan insan nüfusu ve bunun en yoksul insanlar üzerindeki etkisinin yanı sıra biyoçeşitlilik kaybı, tatlı su kıtlığı, aşırı tüketim ve iklim değişikliği gibi meseleler her halükarda ekolojik sermayenin tükeneceğini ve iktisadi büyüme kavramına bakışımızda temel değişiklikler yaparak yeni bir mücadeleye başlamanın daha faydalı olabileceğini bize göstermektedir.
Buraya kadar ifade ettiğim uluslararası hukuk metinleri ve etik kurallar sürdürülebilir büyüme bakışı ile hazırlanan ve şu ana kadarki başarıları tartışmaya açık metinler. Ancak yine de çevre hakkının temel bir insan hakkı olduğu ve doğanın korunmasının insandan bağımsız bir genel yükümlülük olduğu bilinci ile ulusal düzenlemelerin yapılması için de talepte bulunmakta fayda var. Son olarak çevre ile ilgili ilk yazı olduğundan birçok hususa değinmeye çalıştım ve çok açıklamadım. Ancak Büyüme, Sürdürülebilirlik gibi kavramları ve uluslararası çevre hukuku sorunlarını ayrı ayrı değerlendirdiğim yazılar da hazırlamayı planlıyorum.