Suyun, yalnızca canlılığın temeli olarak değil, hayal gücümüzü ve ruhumuzu da beslediğini, medeniyetin ve kültürün gelişmesinde temel tetikleyici olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Su, birçok medeniyette farklı yollarla arınmanın, doğurganlığın, yeniden doğuşun veya uzlaşmanın sembolüdür. İnsanlığın suyla olan ilişkisi bir medeniyet tasavvurunu da ortaya koymaktadır. Osmanlı ve Doğu Roma’nın İstanbul’da oluşturdukları kemerler her görüşte hayranlık uyandırırken, bu su medeniyetinin torunları olarak onlarca yıldır biyolojik arıtma tesislerini erteleyerek, denize akan dereleri kurutarak, sanayi kuruluşlarının kimyasal kirliliklerini neredeyse cezasızlıkla teşvik ederek sanıyorum mide bulandırıyoruz.
Dünyada suyun bir ekosistem ve halk sağlığı sorunu olarak gündeme gelmesi ile suyun etik kullanımına dair tartışmalar da artmakta ve suyun etkili ve sürdürülebilir kullanımına yönelik ilkeler hem etik hem de hukuk kuralları olarak yer almaktadır. Ancak suya dair ilkeler belirlenirken suyun kullanımı ve tüketimine yönelik bakış açısını değiştirerek suyun gezegenin kendisi olduğunu ve bizim gezegenin, özelde de suyun misafiri olduğumuz gerçeğini unutmamamız gerekiyor.
Demokratik bir toplumu, halk sağlığı sistemini ve ekolojik sistemi korumaya yönlendiren motivasyonlara baktığımızda güvenlik ve ortak çıkarlar her iki durumda da ana motivasyon olarak karşımıza çıkmaktadır. Herkes halk sağlığı sistemini desteklerken toplumun iyiliğine olan bu ortak çıkar durumunun sonunda kendi iyiliği ve güvenliği için olduğunun farkında olup, ekolojik sistemin korunmasında da benzer bir motivasyonla hareket etmektedir. Bu ana motivasyonlar ise, insan hakları ve çevre koruma arasındaki bağlantıyı kurmakta olup güvenli ve sağlıklı bir çevre hakkının temel bir insan hakkı olduğu gerçeğinin altını çizmektedir.
Bu bağlamda Stockholm Birleşmiş Milletler İnsan ve Çevre Konferansı Bildirgesi’nin giriş bölümünün ilk ilkesi, “İnsan hem çevresi tarafından oluşturulur hem de çevresini biçimlendirir. Bu çevre, insanoğlunun fiziksel gereksinmelerini karşıladığı gibi, entelektüel, ahlaki, sosyal ve manevi gelişmesi için de insana olanak sağlar. Bilim ve teknolojinin hızlı gelişmesi de eklenince, insanın gezegenimizdeki uzun ve dağdağalı evrimi öyle bir noktaya gelmiştir ki artık insan çevresini, sayısız biçimlerde ve tarihte rastlanmamış bir boyutta değiştirme gücüne erişmiştir. İnsan çevresinin iki boyutu da –yani hem doğal olan hem insan eliyle yapılmış olan– başta yaşam hakkı olmak üzere temel insan haklarından yararlanmak için mutlaka gereklidir.” şeklinde aradaki bağı kurmuş, özellikle insanın entelektüel ve manevi gelişimine yönelik atıf insanın yapabilirlikleri bağlamında çevre ve insan hakları için önemlidir.
Bu gelişim ve ifade yollarından biri de Edebiyat. Türk şiirinde deniz; sonsuzluk, ölümsüzlük, özgürlük, cömertlik, kapsayıcılık, yok edicilik, huzursuzluk, ayrılık, mutluluk gibi birçok duyguyla yan yana. Bunlardan Nazım Hikmet’in Hasret şiirinin,
“Ve madem ki bir gün ölüm mukadder;
Ben sularda batan bir ışık gibi sularda sönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!”
mısralarındaki deniz şimdiki Marmara olmasa gerek. Üzerindeki müsilaj tabakası ne ışığın ne de denize dönmek isteyen bir insanın batmasına izin veriyor. Ya da Yahya Kemal Beyatlı’nın Deniz Türküsü şiirinde bahsettiği deniz Marmara mı sizce? Ne mavi her taraf, ne altı derya, ne de hayaller kurduruyor, yalnızca hür maviliğin bittiği son had olabilir gibi hissettiriyor.
Hür maviliği bitiren beyazlık için İstanbul Çevre Mühendisleri Odası’nın 21 Mayıs 2021 tarihli raporuna göre, “Mevsimsel ve doğal olan müsilaj sorununun çok daha uzun süre ve büyük yoğunlukta yaşanmasının sebebinin denizlerdeki kirlilik yükü ve sıcaklık ortalamasındaki artış olarak özetlenebilecek iki kök sebepteki değişiklik olduğunu ifade edebiliriz. Marmara Denizi’ndeki kirlilik/organik yükü yanlış atık su arıtma politikalarından ötürü ciddi şekilde artmış durumdadır. Bunun yanı sıra küresel iklim krizinden ötürü Marmara Denizi su sıcaklığında da müsilaj için optimum koşulları uzatacak nitelikte olumsuz bir artış söz konusu olmaktadır.” denilerek denizleri kirletmemiz ve küresel ısınma kök sebeplerine dikkat çekilmiş.
Okyanus ve denizlerde kimyasal, ışık, gürültü ve plastik dahil olmak üzere birçok insan kaynaklı kirlilik türü var, ancak kirliliğin büyük bir bölümü plastik temellidir. Bu kirlilikle yanlış avlanma ve iklim değişikliğinin birleşiminin ise birçok su canlısının neslinin tükenmesine neden olabileceği ifade edilmektedir. Bilim insanları, önümüzdeki yüzyılda okyanuslarda yaşayan canlıların birçoğunun neslinin tükeneceğini ve bunun dinozor çağından bu yana gezegendeki en büyük nesil tükenme dalgası olacağını söylüyorlar.
Bu kirlilik ve sonuçlarıyla mücadele için oluşturulan iki önemli uluslararası sözleşme var. Bunlardan ilki Atıkların ve Diğer Maddelerin Boşaltılmasıyla Deniz Kirliliğinin Önlenmesine İlişkin Londra Konvansiyonu ve bir diğeri ise Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesidir. Londra Konvansiyonu, son değişiklikleriyle beraber en geniş anlamıyla organik atıklar ve mücbir sebepler dışında denizlere atık bırakılmasını ve hatta yasak atıkların sözleşmeye taraf olmayan ülkelere ihracını yasaklamaktadır. BM Deniz Hukuku Sözleşmesi ise, tüm ülkelerin deniz çevresini koruma ve bu bağlamdaki temel yükümlülüklerini ortaya koymakta, bu amaca yönelik kurallar oluşturmak için küresel ve bölgesel olarak iş birliği yapmalarını istemektedir. Kirlilikle mücadele için bu sözleşmelerin yasaklama hükümleri en geniş şekilde yorumlanarak ülkelerin iç hukuklarında buna uygun düzenlemeler ve denetimlerle bunu sağlamaları gerekmektedir. Bunun yanında daha az plastik kullanmak, deniz ve okyanus ulaşımının azaltılması için yerelleşmek, kara atıklarının deniz ve okyanuslara akmasını engellemek için atık yönetim sistemleri ve arıtma tesisleri geliştirmek ve sularımızı kirleten şirketlerin çok ağır yaptırımlarla karşılaşması sorunların çözümü için önem arz etmektedir.
Moda tabiriyle antroposen çağında insanın ya bu çağın bakışından vazgeçip gezegeni rahat bırakması ya da tam da bu çağın bakışıyla gezegene karşı yaptığı her şeyin kendine karşı ontolojik bir kavga olduğunu fark etmesi gerekiyor.