PAYDAŞ KAPİTALİZMİ: KOMUNİZMLE MÜCADELE EDERKEN ANARŞİZMDEN GOL GELDİ

Hisse senetlerinin sıhhati için KAP’a bildirilecek çılgın projelere ve çeyrek dönem bilanço verilerine odaklanan yöneticilerin hala çoğunlukta olduğu iş dünyasına, çevresel ve sosyal konularda dönüşümün öncülüğü için şirketlerin sorumluluğundan bahsetmek her zaman çok kolay olmuyor. Drucker’ın moda deyimiyle kültürün stratejiyi kahvaltıda yediği bu dünyada, ekonomik gerekçelerle her günü kurtarmak için yeni bir stratejiye ihtiyaç duyan şirketlerin uzun süreli nefes alabilmek için sürdürülebilirlik ve sosyal meselelere dair derinlikli programlara ve programların kültür olarak şirkette yer etmesi gerektiğine ihtiyaçlarının olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Klaus Schwab, Peter Vanham ile yazdığı “Paydaş Kapitalizmi” kitabından bahsettiği 2020’de yapılan Davos toplantısında kapitalizmin içinde bulunduğu yeni krize yönelik çözümlerini paydaş kapitalizmi kavramı çerçevesinde açıkladı. Schwab kitabında, monetarizmin zaferinden sonra uygulanan neoliberal modelin şirketler için kar artışı, devletler için ise GSYH artışına odaklanarak servet birikimini arttırdığını ancak ekonomik eşitsizliğin ve çevresel zararın da benzer şekilde arttığını ve sorunların çözümü için yeni bir modelden bahsetmek gerektiğini ifade etmiştir. Bu hususu “Kısa vadeli kâr maksimizasyonu, vergi ve regülasyonlardan kaçınma veya çevresel zararın dışsallaştırılması gibi bencil değerlerle yönlendirilen bir ekonomik sistemle devam edemeyiz.” şeklinde ifade etmiş ve “İnsanlığı ve tüm gezegeni önemsemek için kurgulanmış bir ekonomik sisteme ve uluslararası topluma ihtiyacımız var.” diyerek ihtiyacı dile getirmiştir. Schwab’a göre, şirketler sadece birkaç kişi ya da hissedar yerine tüm insanlığın ve gezegenin ortak yararını dikkate almalıdır.

Bu cümleler her iki taraftan da eleştirilerin odağı oldu. Sağ taraftan muhafazakâr bakış Friedman’ı kutsayarak paydaş kapitalizminin başarısızlık ve verimsizlik getireceğini şirketlerin tek amacının ortaklarına kar ettirmek olduğunu dile getirirken, sol taraf ise bu söylemin tıpkı çalışan haklarındaki düzenlemeler gibi emekçilerin rahatsızlıklarını azaltmak ve öfkenin kapitalizmin kendisinden uygulama şekline yönlendirmek olduğunu söylüyor. Ancak bu öneri, kapitalizmin sorunların kaynağı olmak yanında çözüme katkıda bulunma ya da en azından kendi ömrünü uzatma amacıyla yaptığı dönüşümlerden en büyüğü olabilir.

Bu dönüşümle birlikte şirketlerin, kısa vadeli kazançlar yerine uzun vadeli gelişim için bazı fedakarlıklar yaparak çevresel ve insani amaçlarla sürdürülebilir hale gelmeleri amaçlanmaktadır. Yalnızca hisse sahiplerindeki ya da yönetim ekiplerindeki çeşitlilik ise tek başına dönüştürücü olamaz. Bu sürecin etkili olabilmesi için yönetici seçimlerinin demokratikleşmesi, hissedarlar ve profesyoneller arasında etkili iletişim ve yönetişimsel sürecin doğru kurgulanması gerekmektedir. Yalnızca değer yaratma söylemi üzerinden kurgulanan ve ESG’yi şirketin amacı haline getirdiğini iddia eden yeni ticari paradigmanın genellikle green washing gibi söylem düzeyinden ileri gitmeyen neoliberal bir hayal olarak kalma ihtimali ile iklim krizi, büyük istifa, teknolojinin yıkıcı etkileri, tekelleşmiş platformlar birlikte değerlendirildiğinde paydaş kapitalizminin ESG ile yontulduğu bir ara modelin dönüştürücü olabileceği ifade edilebilir. Bu bağlamda oluşturulacak yönetim kurulları ve profesyonel yöneticiler de 3 aylık bilançolarla değil uzun soluklu gerçek amaçlara ulaşma gayretleri ile hakkedişlerini hesaplayacaklardır.

Yöneticilerin amaçları, sadece hissedarlar lehine değil, aynı zamanda müşteriler, tedarikçiler, işçiler, topluluklar ve doğa lehine kurgulanmalıdır. Bu bağlamda yönetim kurulları şirketin uzun vadeli çıkarları bağlamında şirketin misyonunu ve vizyonunu tanımlamak zorundadır. Somut, ulaşılabilir ve ölçülebilir şekilde tanımlanan bu vizyon ve misyon ile buna yönelik politikalar yayınlanarak şirketler kendilerini bağlayacaktır. Bu tanımlama neticesinde tek başına hissedarlar yerine, daha geniş bir paydaş yelpazesinin endişelerini ve önceliklerini yansıtabilecek çeşitli deneyim, beceri ve ilgi alanlarına sahip profesyoneller işe alınmalıdır.

Ancak “Paydaş Kapitalizmi” işyerinde çeşitlilik ya da rapor/politika yayınlamanın ötesine geçmezse greenwashing ya da greenwishing olarak tanımlanan basit söylemler olarak kalabilir. Şirketler ESG (Environmental, Social and Governance) konularına hassasiyet gösterirken bile yatırımcı beklentilerini önceleyerek hareket ettiklerinde, sürdürülebilirlik raporlamaları genel geçer hale gelse bile küresel anlamda sosyal eşitsizlikler ve çevresel tahribat artarak devam edecektir. Bu nedenle de şirketlerin yönetişim, toplumsal refah ve doğa ile ilgili yeniden düşünmeleri gerekir. Bu bağlamda da blok zinciri teknolojisinin gelişimi ile ortaya çıkan DAO’lar (Decentralized Autonomous Organization) ya da ESG hassasiyetlerinin ete kemiğe büründüğü B Corporation’lar, paydaşların katılımı ve şirketlerin amaçları açısından güncel ve güzel örnekler olarak karşımıza çıkmaktadır.

B Corp nev’inden şirketler tüm süreçlerinde çalışanları, müşterileri, tedarikçileri, toplulukları ve çevre üzerindeki etkilerine dikkat etmeli ve toplumsal fayda yaratmaya odaklanmalıdır. Örneğin tedarikçilerinin dahi çalışanlarına asgari ücreti ödeyip ödemediğini, iş sağlığı ve güvenliği tedbirlerini alıp almadığını, çocuk çalıştırmadığını, tüketici sağlığını koruduğunu ve biyolojik çeşitlilik veya çevreyi koruduğunu kontrol etmeli ve tüm süreçlerini raporlamalıdır.  Bu bağlamda da mal ve hizmetlerinin yarattığı sorunları ve bu mal veya hizmetlerin üretim süreçlerindeki tüm paydaşların yaratacağı benzer sorunları çözmek de bu bağlamda paydaş kapitalizminin bir parçası olarak B Corp’ların yükümlülükleri arasındadır. DAO’lar ise yönetişim bağlamında paydaş kapitalizminin güzel ve güncel bir örneğidir. Uygulanan doğrudan demokrasi sistemi, dijital bir kooperatif olarak nitelenebilir. DAO’larda; bir kişi, şirket, kurum ya da kurul tarafından kontrol edilmek yoktur. Bunun yerine kararların oylanması, akıllı sözleşmeler ile uygulanan kurallar eşliğinde DAO üyelerine aittir. Bu husus katılımı arttırmakta ve çeşitliliği sağlamaktadır. Çevreyi ve insanlığı düşünen B Corplar ve demokratik bir özyönetim modeli ortaya koyan DAO’lar birlikte değerlendirildiğinde Anarşizm’den gelen özyönetim temelli kooperatifçi bakışın etkilerini bulabiliriz.

Şirket tüzel kişiliğinin bazen paydaş ve yöneticilerine rağmen korunduğu günümüz hukuk düzeninde şirket tüzel kişiliklerinin yukarıdaki bakış açısıyla çalışanlar, toplum ve doğaya karşı sorumluluklarından bahsetmek yersiz olmayacaktır. Kurumsal ESG taahhütlerinin havada uçuştuğu, yönetimde çeşitlilik söyleminin yönetim kurullarında kadın oranıyla ölçüldüğü bir dünyada söylemden gerçekliğe geçiş için etki grubunun dönüşümüne ihtiyaç olabilir. Burada çalışan hisse sahipliği planları (bu artık ESPO’lar aracılığıyla yaygınlaşmaktadır) ya da etkilenen çevresel faktörlerin sürece dahil edilmesi devreye girebilir. Madem tüm sorunların çözümünde mülkiyet hakkı temelli neoliberal bir bakışı kabul etmek durumundayız ve şirketlerin gidişatına en büyük etkiyi yatırımcı ve hissedarları yapıyor, bu durumda şirketlerin demokratikleşmesini yalnızca yönetim kurullarının dönüşümünden ibaret görmeksizin hissedar ve yatırımcılarının dönüşümüyle gerçekleştirebiliriz. Şirketin çevresel etkileri nedeniyle zarar gören tarafların zararları ya da çalışanların ürettiği artı değer oranınca şirkette hissedar veya yatırımcı olmasının etkinin ortadan kalkmasındaki dönüştürücü rolünü hayal edelim. Şirketler hissedarlarını koruma içgüdüsü ile oluşturacakları şirketin amaç, vizyon ve stratejilerini açıklayarak kendilerini bağlayacak ve sektörel kurallar gönüllü olarak aynı anda hem tüketici/işçi/etkilenen gruplar hem de hissedarlar lehine düzenlenebilecektir. Aynı zamanda da çevresel problemler için kirleten öder ilkesi daha kâr payı dağıtımı ile şirket içinde çözülerek hem zararın karşılanması hem de tehlikenin önlenmesi sağlanacaktır. Tüm bu hususlar ise şirket yönergeleri, iç tüzükler, politika metinleri ve prosedürlere işlenerek gerçekten yaşayan bir sistem kurulabilir.

 

 

 

 

 

 

Önceki İçerikYOLDAN ÇIKMAK NORM OLUNCA
Liseye başlayana kadar yaşamım Kocaeli’de geçti. Sonrasında liseyi Bursa’da Işıklar Askeri Lisesi’nde, üniversiteyi ise İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladım. Bir süre uluslararası ticaret, şirketler ve enerji hukuku alanlarında çalıştıktan sonra Marmara Üniversitesi AB Enstitüsü AB Hukuku Yüksek Lisans programından mezun oldum ve tezim ‘Türk ve AB Hukukunda Acentenin Denkleştirme İstemi’ ismiyle kitaplaştı. Yine Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde Kamu Hukuku alanında doktora eğitimime devam ediyorum. Yenilenebilir enerji projelerinin hukuki süreçlerinde ve şirketlerin kişisel verilerin korunması kanununa uyum süreçlerinde onlarca proje yürüttüm. Bir süredir Özyeğin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde "Enerji ve Regülasyon", "Yenilenebilir Enerji Hukuku", "Şirketler ve Kurumsal Sosyal Sorumluluk" ve "Uluslararası Çevre Hukuku" derslerinin yürütücülüğünü üstleniyorum. Şimdi ise çalıştığım ve ilgili olduğum alanlarla ilgili bir blog tutmaya başladım. Yazılarla ilgili eleştiri, yorum ve sorularınız için mehmet@legelaw.com adresi üzerinden iletişime geçebiliriz.