Sürdürülebilir Kalkınma’nın Tuhaf Hikayesi ve Küçülme Fikri

İklim krizi, çarpık kentleşme, gıda ve suya erişim sorunları, zarar gören biyoçeşitlilik ve karbon temelli enerji gibi nedenlerle ekonomik modelin temelleri uzun süredir sorgulanıyor, özellikle pandemi bu sorgulamaları yoğunlaştırdı ve eleştirilerin bir çoğunu haklı çıkardı. Gezegenin sınırlarını yok sayan ve reel ekonomiden kopuk büyüme söylemine karşı KÜÇÜLME fikrini tartışmaya açtı.  Küçülme terimi ilk defa 1972’de bir münazara sırasında Andre Gorz tarafından yeryüzünün dengesinin kapitalist ekonomik model içerisinde sağlanıp sağlanamayacağına dair bir soru üzerine kullanıldı. Nicolas Georgescu-Roegen’e atıfla sıfır büyüme durumunun bile kıt kaynakların tüketimi açısından sürdürülemez olduğunu, daha az tüketmek zorunda olduğumuzu söylüyordu. Sıfır büyümenin veya sürdürülebilir kalkınmanın kendi içinde bir paradoks yarattığını ifade etti. Gorz, kendini “kapitalizmin kısıtlamalarını yıkan ekolojik, sosyal ve kültürel bir devrim”in taraftarı olarak görüyor, ekonomik sistemden ziyade insan ihtiyaçlarına dayandıran bir değişim istiyordu ve işten bağımsız temel gelirin de ilk savunucularından olmuştu.

Neoliberalizmin yükselişiyle 2000’lerin başına kadar küçülme tartışmaları azalmış ancak 2002’de Silence dergisinin Georgescu-Roegen özel sayısında küçülmeye dair tartışmalar yeniden kamuoyunda ses getirmiştir. Takiben Lyon’da “Sürdürülebilir Küçülme Üzerine Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü” kuruldu. Bu enstitünün üyelerinden Serge Latouche, gayri safi yurtiçi hasılayı temel gösterge alan büyüme ekonomisini eleştirmiş, küçülmenin neler getireceğini ve dönüşüm fikrini anlatmıştır. Gezegenin doğal sınırları ve insan doğası üzerine bütüncül bir bakışla son birkaç yüzyılın batılı hakim düşüncesi olan büyümenin bir zorunluluk olmadığını, hele sayılardan ibaret haliyle insanlığa bütünsel olarak zarar verdiğini ve aslında küçülmeyi büyümenin karşıtı olarak ifade etmiştir. Bu bağlamda gayri safi yurtiçi hasıla takıntısının herhangi bir katma değer yaratmadığını aksine daha önce aile, cemaat, toplum olmanın gereği olan yardımlaşmanın, aile içi bakımın metalaştırılarak değer biçildiği ve böylece GSYH’nın artırıldığını söylemektedir.

Öncelikle küçülmenin büyüme söylemine dair takıntıya karşı olduğunu ifade etmemiz gerekir, toplumların daha az kaynak tüketeceği, paylaşıma, bakıma, müştereklere, şenlikliliğe ve sadeliğe yönelmiş bir toplumsal yaşam arzusu olarak ifade edebiliriz. Örneğin büyüme söylemi kapsamında; hapishane inşası, denizlerdeki kimyasalların temizlenmesi veya devlet tarafından ödeme yapılan yaşlı bakımı, hepsi metalaştırıldığından GSYİH’nin artışına katkıda bulunmaktadır. Bunun yanında büyüme adaletsiz ve sürdürülemez kabul edilmektedir. Şöyle ki, özellikle teknolojinin gelişmesiyle üretimde verimliliğin arttığı ve fiyatların düştüğü bu bağlamda tüketimin artarak kaynak kullanımının katlanarak büyüdüğü ifade edilmektedir. Bunun yanında teknoloji ve otonom üretimin gelişmesi ile hizmet sektörü gelişmesinin karbonsuzlaşmaya götüreceğine dair iddia da gerçeği yansıtmamaktadır. Şöyle ki, hizmet sektörünün geliştiği ülkeler kaynak yoğun üretim sektörlerini diğer ülkelere kaydırmaktadır. Karbon salınımı ve kaynak kullanımı büyüme arzusu ile azaltılamamakta ancak fabrikaların başka ülkelere taşınması yoluyla gerçekleşmektedir. Bu büyüme merkez ve çevre ülkeler bağlamında veya ülkelerin kendi içinde bölgesel olarak kaynak aktarımı nedeniyle bir adaletsizlik yaratmaktadır. Bu adaletsizlik büyümenin küresel kuzeyin gelişmesine katkıda bulunurken küresel güneyin nimetlerinden yararlanamadığı krizlerle başa çıkmak zorunda kalmasına neden olmaktadır. Bütüne baktığımızda dünyaya verilen zararda bir değişiklik olmamakla beraber dezavantajlı ülkelerin iklim krizinden gördüğü zararı arttırmaktadır.

Küçülme düşünürlerinin hedefi şuan yaptığımız şeylerin daha azını yapmak veya doğrudan GSYİH’nin azaltılması değildir ancak ortak yaşam arzusu doğrultusunda yeniden inşa edilen toplumun muhtemel sonuçlarının bunlar olacağını düşünmektedirler. Yalnızca neoliberal yerleşik düzene değil büyüme ve kalkınma temelli sosyalist ekonomileri de eleştirmekte, büyümeci bakışın bu ülkelerin devlet kapitalizmine evrilmesine neden olduğunu ifade etmektedirler. Bu bağlamda küçülme, çevreciliği siyasallaştırmak ve sürdürülebilir kalkınma üzerindeki mutabakata karşı çıkış olarak kavramsallaştırmışlardır. Sürdürülebilir kalkınma, söylem olarak çevreyle barışık gibi görünse de kalkınmayla olan bağı daha yüksek ve bu durum herkesin dilinde olan bu kavramı adeta bir oksimorona çevirmektedir.

Küçülmeye geçişin, daha basit ve müşterek bir hayata geçişle gelişeceği düşünülmektedir. Dijital ve Eko topluluklar, toprağa dönüşçüler, organik gıda ağları, kooperatifler, topluluklara ait para birimleri, takas ve barter pazarları, ortak mutfak uygulamaları, bakım yardımlaşmaları, kent bahçeleri ve evrensel temel gelir tartışmaları bu yolda kendiliğinden yayılmaktadır. Ancak bu kendiliğinden yayılma toptan bir dönüşüm anlamına gelmemekte, insanların büyümesiz bir toplumsal yaşama nasıl uyum sağlayacakları, bazı hayati kurumların bu sürece nasıl entegre olacakları halen tartışılmaktadır. Bu kendiliğinden gelişen küçülme uygulamalarının ortak özellikleri ise, mübadele amaçlı üretimden kullanım amaçlı üretime geçiş, ücretli emek yerine gönüllülük, kâr arayışı yerine armağan mübadelesi mantığı, birikim ve genişleme dinamiğine sahip olmamaları ve katılımcılar arasında bağ kurarak müşterekleştirme sürecinin bir parçası olmasıdır.

Z. Baumann’ın, “Ekonomik Büyüme toplumunda hayat koşullarını iyileştirmenin sadece daha fazla tüketmek anlamına geldiğine inanıldığını ve alışveriş merkezlerinin bu inancın kutsal mabetleri olduğunu, bu kutsal mekanların dolması için ise gezegenin yok olduğunu” söylediği yerden baktığımızda, veri temelli tüketim odaklı ekonomi, kolaylaştırılmış ödeme sistemleri, otonom üretim tesisleri, Covid-19 bahanesiyle sürekli para basan merkez bankaları ve tüm müşterek ilişkileri ticarileştirme dürtüsüyle hareket eden girişimcilik ekosistemi bu mabetten çıkışın zor ancak zorunlu olduğunu göstermesi açısından önemli diye düşünüyorum. Gezegene, hayvanlara, doğaya, yoksul ve iklim kriziyle yüzleşen ülkelere, çocuklarımıza ve hatta kendi gelecek yıllarımıza karşı borçlandığımızı attığımız her adımda düşünmeli ve bu ekonomik büyüme dininden aforoz edilmek için elimizden geleni yapmalıyız sanıyorum.

 

Önceki İçerikMutlu Olmak Bizim De Hakkımız Değil Mi?
Sonraki İçerikHuzur Veren Denizin Huzurunu mu Kaçırdık?
Liseye başlayana kadar yaşamım Kocaeli’de geçti. Sonrasında liseyi Bursa’da Işıklar Askeri Lisesi’nde, üniversiteyi ise İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladım. Bir süre uluslararası ticaret, şirketler ve enerji hukuku alanlarında çalıştıktan sonra Marmara Üniversitesi AB Enstitüsü AB Hukuku Yüksek Lisans programından mezun oldum ve tezim ‘Türk ve AB Hukukunda Acentenin Denkleştirme İstemi’ ismiyle kitaplaştı. Yenilenebilir enerji projelerinin hukuki süreçlerinde ve şirketlerin kişisel verilerin korunması kanununa uyum süreçlerinde onlarca proje yürüttüm. Bir süredir Özyeğin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde "Enerji ve Regülasyon", "Yenilenebilir Enerji Hukuku", "Şirketler ve Kurumsal Sosyal Sorumluluk" ve "Uluslararası Çevre Hukuku" derslerinin yürütücülüğünü üstleniyorum. Şimdi ise çalıştığım ve ilgili olduğum alanlarla ilgili bir blog tutmaya başladım. Yazılarla ilgili eleştiri, yorum ve sorularınız için mehmet@legelaw.com adresi üzerinden iletişime geçebiliriz.